Geçenlerde ev ahalisi televizyon izlerken dikkatimi çekti. Acun’un “Var Mısın, Yok Musun?” programı başka bir isimle biraz da formatı değiştirilerek farklı bir kanalda yer alıyordu. Bu tür programlara eleştiri yöneltenlerin çoğunun söylediği üzere ben de “gözlemlemek” amacıyla, yani tamamen saf duygularla izledim programı.
Çoğu kişi biliyordur ama yine de kısaca işleyişten bahsedeyim: Bir sürü kutu arasından kendi kutunuzu seçiyorsunuz. Diğer kutular da numaralandırılmış bir şekilde diğer potansiyel yarışmacı adaylarının ellerinin altında bekliyor(Yarışmacılar çeyiz sandığı edasında özenle tutuyorlar kutularını, içinde para var falan diye kandırıyorlar mı bunları nedir!). Neyse, sonrasında yarışmacı karışık olarak açılmasını istediği kutuları söylüyor. Çıkmamış olan para miktarlarına göre de şimdiye kadar hayatımda gördüğüm en iş bilen “banka memuru” havasıyla Hamdi Bey kutularından vazgeçmeleri karşılığında çeşitli para önerilerinde bulunuyor.
Buraya kadar her şey bir yarışma programından beklediğiniz şekilde ilerliyor. Derken işin şov, dram, ajitasyon bölümü ve haliyle kanal yöneticilerinin “Gelsin paralar!” nidalarıyla iş Türk filmi tadına geliveriyor. “Şu kadar borcum var bu parayı mutlaka almalıyım.”dan tutun da “Bizim yeğen evlenecek de ona çeyiz parası lazım.” diyen yurdum vatandaşına kadar neler gördü bu gözlerim. Düşünsenize adam yıllar sonra bu programa çıkarım zaten 500.000 i de, %5 kazanma şansı bile olsa, büyük “ihtimalle!” alırım diyerek 1.000.000 TL borç yapıyor. İşte yatırımcı ruhu…
Yarışmanın işleyişine gelelim. “Abi kutunda ne hissediyorsun?” bu soruyu ilk duyduğumda garip karşılamıştım, sonra baktım ki zamanla alışmak bir tarafa hâlâ garip karşılıyorum. Bu iş hisle olsaydı, en hisli yarışmacıya sorardık soruları, ohh miss, gelsin 500.000’ler. Sonra da kanal kapanır zaten para yetiştirememekten.
Başka bir manzara ise, “Abi ben şimdiye kadar hep küçük açtım(35’lik rakıyı kastetmiyor, para miktarı söz konusu olan). Kendime güveniyorum.” Bunu söyleyip 500.000’i açıyorlar ya o anki tebessümüm bir beş dakika sürüyor herhalde. Yarışmacıya değil olayın vahametine gülüyorum tabii.
Bütün bu manzaraya çok masum bir olaymış gibi yaklaşılabilir, lakin böyle bakınca her şey basitleşiyor. Tam da görülmesini istedikleri gibi görüyoruz olanları, onların gözlüklerinden bakıyoruz dünyaya. “Umut tacirliği” gelir dengesizliğinin bu seviyede olduğu ülkemde her zaman prim yapıyor. İzleyiciler kendi kaybetmiş gibi üzülüyor, kazananı görünce de kendi kazanıyormuşçasına seviniyor televizyon karşısında. Bu bizim insani yönümüz, bunda bir problem yok. Fakat ayda yılda bir kişi 500.000 lira kazanacak diye gözlerimizi dikip izlediğimiz programların sahipleri, 10 saniyelik bir reklamda o paraların daha fazlasını kazanıyor. Biz maalesef her şeyi “tüketme” mantığıyla yaşıyoruz. Dakikaları tüketiyoruz, saatleri tüketiyoruz, günleri, ayları, yılları… Sonunda hayatı tüketiyoruz.
Belki de burada sorulması gereken soru şu: Hayatın sizin ellerinize verdiği kutulara göre mi çizeceksiniz yönünüzü, yoksa her saniyesi “büyük ödül” kıymetinde olan yaşamınızla kendi kutularınızı kendiniz mi dolduracaksınız tebessümlerle?
dehşet bir yazı olmuş admin tebrikler!…
Teşekkür ederim, teveccühünüz efendim;).